-
Son Yazılar
Son Yorumlar
19. Yüzyılın Sonunda Tesb… için Mr WordPress Arşivler
Kategoriler
Meta
Tesbih
Tekrar edilen zikrin sayısını belirlemek amacıyla ipe dizilen belli sayıdaki boncuklar.
Tesbih kelimesi Allah’ı zikretmenin yanında zikirlerin sayısını belirlemede kullanılan aletin adı olmuş ve Türkçe’de ses uyumuna göre “tespih” şekline dönüşmüştür. Araplar tesbih aleti anlamında “misbaha” kelimesini kullanırlar. İslâm’da tesbihin ilk ortaya çıkışı sahâbe dönemine kadar uzanır. Hz. Peygamber’in terekesi arasında bir tesbih bulunduğunu söyleyenler varsa da bu iddiayı sahih kaynaklarla doğrulamak mümkün değildir (Abdülhay el-Kettânî, III, 98, 100). Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem’den tesbihin güzel bir hatırlatıcı olduğuna dair naklettiği söylenen hadis hakkında Nâsırüddin el-Elbânî mevzû demektedir (Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, IV, 259). Tesbihin ortaya çıkmasını hadis kaynaklarında yer alan belli sayıda zikirlerle alâkalı rakamların etkilediği şüphesizdir. Zikirlerin eksik veya fazla yapılmasının sünnete uygun düşmeyeceğini düşünen sahâbeden bazıları çakıl taşı, hurma çekirdeği veya ip üzerine atılmış düğümlerle sayıyı belirlemeye çalışırlardı. Tavsiye edilen farklı rakamlarda başka zikirler söz konusu ise de namazlardan sonra otuz üçer defa “sübhânellah”, “elhamdülillâh”, “Allāhüekber” demenin mükâfatıyla ilgili olanlar diğerlerine göre öne çıkmaktadır (Buhârî, “Eźân”, 155, “DaǾavât”, 11; Müslim, “Mesâcid”, 114-146). Bu bakımdan müslümanların kullandığı tesbihler çoğunlukla araları farklı tipte boncukla ayrılmış, her zikir lafzı için otuz üçerden doksan dokuz tanelidir. Sayılara riayet için başlangıçta genellikle parmaklar kullanılmaktaydı. Bununla birlikte tesbihin tarihi açısından önem taşıyan bazı farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Hz. Ali’nin torunu Fâtıma bint Hüseyin’in ipe atılmış düğümleri saydığı rivayet edilir (İbn Sa‘d, VIII, 474). İpe atılan düğümler eskiden beri hâfızaya yardımcı olarak kullanılmıştır. Sa‘d b. Ebû Vakkās ile Hz. Peygamber’in birlikte ziyaretine gittikleri bir hanımın çakıl taşı veya hurma çekirdeğiyle tesbih ettiğini görmüşlerdir (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 359; Tirmizî, “Da’avât”, 114). Sa‘d b. Ebû Vakkās’ın da tesbihlerinin sayısını belirlemede çakıl taşı kullandığı rivayet edilir (İbn Sa‘d, III, 143; İbn Ebû Şeybe, II, 161). Ebû Hüreyre belli sayıda çakıl taşı veya çekirdeği küçük bir keseye koyar ve tesbihatını onların sayısınca yapardı (a.g.e., a.y.). Onun, üzerinde 2000 düğüm bulunan bir ipi olduğu ve bu sayıda tesbih çekmeden yatmadığı söylenir (Ebû Nuaym, I, 383). Resûl-i Ekrem, eşi Safiyye’nin yanında 4000 kadar çakıl taşı görmüş ve sorduğunda hanımı bunların sayısınca tesbih ettiğini söylemiştir (Tirmizî, “Da’avât”, 104; Taberânî, XXIV, 74). Tesbihin ipe dizilmiş boncuklar şeklini almasının ne zaman başladığı kesin belli değildir. Halîl b. Ahmed (ö. 175/791) sübhayı “sayısınca tesbih edilen boncuklar” şeklinde tanımlamaktadır (Kitâbü’l-‘Ayn, III, 152). Bu tarif tesbihin erken bir dönemde ortaya çıktığını gösterir.
Müslümanların kullandığı tesbih 33, 99, 500, 1000 ve 5000’lik olabilmektedir. Genellikle 99’luklar cami ve evlerde, 500’lük ve 1000’likler tekkelerde yer alır. Bunların taneleri normal tesbih taneleri büyüklüğünde olduğu gibi çok daha büyük olanları da vardır. 500’lük ve 1000’lik zikir tesbihleri vefat ettiğinde şeyhin sandukasına asılır. Suriyeli Alevîler kırk erenlerden esinlenerek kırklı tesbih kullanırlar. Alevî tesbihlerinde renklerden kırmızı Hz. Ali’yi, beyaz Fâtıma’yı, sarı Hasan’ı ve yeşil Hüseyin’i temsil etmektedir (Gürsoy, s. 34).
Tam bir tesbih taneler, imâme, nişane (durak), pul, tepelik, püskül veya kamçı gibi bölümlerden meydana gelir. Parçaların şekil ve tezyinat itibariyle birbirine uyumlu ve bir bütün halinde olması gerekir. Eskiden taneler “çıkrık-kemâne” denilen el tornalarında yapılırdı. Tane taslağı çıkrığa takılan ve kemâne ile ileri geri döndürülen matkapla delinir, sonra deliğin bir tarafı “çarkûşe” adlı konik matkapla genişletilir ve ardından taslak malafaya takılarak önce arda, peşinden rende denilen kalemlerle şekillendirilip kaol ile cilâlanırdı. Tesbih ustaları 1965’ten sonra elektrikli torna kullanmaya yönelmiş, son dönemlerde ise bilgisayarlı tornalarla bu iş daha kolay hale gelmiştir.
Tesbih yapılan maddeler genelde mineraller, değerli madenler, hayvanlardan elde edilen kabuk, kemik, boynuz türleri ve dişler; denizden çıkarılan inci, mercan ve sedef; bazı fosiller; sert veya kokulu ağaçlar; bir kısım bitkilerin çekirdekleri ve son zamanlarda ortaya çıkan sentetik maddeler şeklinde ele alınabilir. Minareller otuz üçlük bir tesbihin her tanesi farklı bir türden yapılacak kadar çeşitlidir. Değişik renklerde akik, jasper, ametist, malakit, hematit, oniks, unakit, azurit, kuvars, ayn-i hir, kaplan gözü, fîrûze (turkuaz), lapis, necef, yeşim, yakut, zebercet, zümrüt ve Afganistan’da çıktığı yere nisbetle şahmaksut denilen (Şah Maksûd) şeffaf serpartin bunların başlıcalarıdır. Amber, bağa, balık dişleri, şîr-i mâhî (deniz aslanı, mors) dişi, fildişi, zergerdandan (gergedan boynuzu) elde edilen maddeler de tesbih yapımında kullanılır. Tesbih yapılan çok sayıda ağaç türü vardır, bunlardan bazıları şunlardır: Assamela (afrormasia [pericopsis elata]), abanoz, anjan, ardıç, demirhindi, fıstık, gül ağacı, pelesenk, sakız, sandal, servi, tik, kokobolo, şimşir ve öd ağacı. Bir tür hindistan cevizinin kabuğundan elde edilen kuka tesbihler çok değerlidir. Ayrıca on yılda olgunlaşan ve dünyanın en büyük meyvesi kabul edilen, yine bir tür hindistan cevizinin zamanla taş sertliğindekatılaşmış sütü olan narçıl, kuruyunca sertleşen andız meyvesi, hurma ve zeytin çekirdekleri de tesbih yapımında kullanılır. Daha çok Baltık denizi etrafındaki ülkelerde toprak altından çıkarılan ve bir çam reçinesi fosili olan kehribar da tesbih imalinde yararlanılan en değerli maddelerdendir. Son zamanlarda katalin, bakalit ve fiber gibi sentetik maddelerden tesbih yapımı yaygınlaşmıştır.
Tesbihin taneleri genellikle toparlak (kürevî), yassıca yuvarlak, uçlu toparlak, dolgun ya da yarım beyzî (söbü), şalgamî, üstüvâne, kesme (iki tarafı düz), fasetalı (elmas gibi tıraş edilmiş) şeklinde olabilir. Doksan dokuzluk tesbihlerde otuz üçlük bölümlerin arasına diğer tanelerden biraz dışa doğru taşan ve durak denilen (nişane, halk arasında müezzin) iki adet ayırıcı parça yerleştirilir. Duraklar biçim bakımından imâmelerle bir bütünlük arzeder. Bazan tanelerin maddesinden ayrı bir maddeden, bazan da bunların iki tarafına farklı renkte taneler konulmuş olabilir. Pullar daha çok otuz üçlük tesbihlerin her on bir tanesi arasına konur. Tanelerin dizildiği ipin birleştiği yerde tesbihin imâme denilen uzunca başlığı yer alır. İmâme tepelikle birlikte tesbih ustasının sanat gücünü gösterdiği en önemli parçadır. Klasik ağaç tesbihlerde imâmeden sonra ipek bir püskül veya imâme ile arasına küçük taneler dizilmiş, tepelik (hâtime) yer alır. Tepelik, tanelerin dizildiği ipin (tahril) düğümünü gizleyen, ipin içinden geçirildiği “çivi” geri çekilerek ağzı kapatılan uzunca bir parçadır. Torna sanatının inceliklerine izin vermeyen taş tesbihlerde ise genellikle, imâmenin ucuna altın veya gümüş kılaptanla örülmüş ve küçük mercan parçalarıyla bezenmiş kamçı takılır. Tanelerin arasına süs olarak fazladan konulan parçalara “harç” adı verilir. Tesbihlerin küçük tanelilerine “zenne” (kadın tesbihi), 1000 tanelilerine “elfiye” denir.
Osmanlılar’da tesbihçiliğin bir sanat halini alması XVII. yüzyıldan itibaren başlar. İstanbul İslâm dünyasında tesbihçiliğin merkeziydi. Türk erkeğinin çok sevdiği bir aksesuar olan tesbihin çok yüksek değer taşıyanları vardı. Kuka tanelerin üzeri kalem oymalarıyla süslenebilir ve içi ajur tekniğiyle oyulabilir; fildişi, zergerdan, Oltu taşından tanelerin üstüne kıymetli taşlar ve madenlerden kakma süsler yapılabilir veya çekilirken söylenen hamdele, tesbih ve tekbir lafızları kakma yahut oyma olarak işlenebilirdi. Kakmalı tesbihlerde altın veya gümüş çivilerle değişik motiflerde süslemeler yapılmıştır. Bazan bir tesbihin yapımı bir yıl sürebilmektedir. Müzelerde ve özel koleksiyoncular elinde çok değerli tesbihler bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi’nde çoğu XVIII. yüzyıla ait zümrüt, akik, yeşim, mercan, Oltu taşı, necef, öd ağacı, kehribar, boynuz gibi maddelerden elde edilmiş çok sayıda tesbih vardır. Sarayda özellikle bayramlarda hediyeleşme bir gelenekti ve sadrazamların Kadir gecesi padişaha seccade ve tesbih takdimi usuldendi (Uzunçarşılı, s. 176). Ramazan davetlerinde diş kirası olarak elmaslı veya incili, altın kamçı takılmış çok değerli tesbihler hediye edilirdi.
Tesbihler sanatlarıyla büyük bir saygınlık ve ün kazanmış olan ustalarına nisbetle anılırdı. Ustalar çoğu kere imâmenin alt kısmına imzalarını atarlardı. II. Mahmud’un Mevlânakapılı Mahmud Usta’nın evine kadar gidip kürevî tesbih çektirdiği söylenir. Yine Horoz Sâlih Usta’nın yıl boyunca hazırladığı tesbihleri arefe günü bir torbaya koyup sultana götürdüğü ve karşılığında aldığı bir torba altınla yıllık geçimini sağladığı rivayet edilir (Gürsoy, s. 123). Cumhuriyet döneminin başlarından elektrikli torna dönemine kadar Horoz lakaplı Hasan Usta, Halil Usta, Tophaneli İsmet, Arap ve Sarı Nûri ustalar, Edirnekapılı Galip Usta, Tosunum Halil, Akgerdan Mehmed Efendi, Kehribarcı Muhiddin en tanınmış tesbih ustaları idi. Bazı ustalar yaptıkları tesbihin maddesine göre sedefçi, kehribarcı, fildişici gibi lakaplarla anılırdı. İstanbul’da Uzunçarşı, Mercan Yokuşu gibi tesbihçilerin yoğun olduğu semtler vardı. Eskiden tesbihçi esnafının sayısının çokluğu konusunda bir olay anlatılır. Rivayete göre 1617 yılında Sultan Ahmed Camii’nin ibadete açılışında I. Ahmed yaptırdığı caminin kaç kişi alacağını merak edip ilk cuma namazına gelen cemaatin tamamına camiye giriş ve çıkışlarında birer öd ağacı tesbih verilmesini istemiş, her iki seferde de seksen altışar bin tesbih dağıtıldığı görülmüştür (Sarıcı, s. 93); bu da çok sayıda ustanın bulunmasını gerektirir. XIX. yüzyılın sonlarında Kapalı Çarşı yöresinde (Uzun Çarşı, Sahaflar) 300’den fazla tesbih tezgâhı çalışırdı. Günümüzde Erzurum’da Oltu taşından yapılan sade, altın veya gümüş kakmalı, Eskişehir’de lüle taşından oyma tezyinatlı tesbihler meşhurdur. Buralarda bu işle geçimini sağlayan çok sayıda esnaf vardır.
Tesbihçiliğin pîri Veysel Karanî kabul edilir ve tesbihçi dükkânlarına, “Besmeleyle açılır her gün bizim tezgâhımız/Hazret-i Veysel Karanî pîrimiz üstadımız” yazılı levhalar asılırdı (a.g.e., s. 83). Onun Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı sırasında dişinin kırıldığını duyunca otuz iki dişini kırdığı ve Peygamber’in kırılan dişiyle bu rakamı otuz üçe tamamladığı söylenir. Tesbih çekmenin bazı kurallarından söz edilir. Meselâ yaz aylarında doğal kristal olan necef, şahmaksut, yeşim ve Kâbe toprağı tesbihler çekilmelidir, bunların dışındakiler yazın sıcağında ele yapışır. Kehribar tesbihler yumuşak olduğundan deliklerinin büyümemesi için daha nazik çekilir. Tesbihlerin yere düşürülmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü tanelerin üzerinde meydana gelecek pürüzler tesbihin değerini düşürür.
BİBLİYOGRAFYA:
Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-ǾAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî – İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/1988, III, 152; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, III, 143; VIII, 474; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Riyad 1409/1989, II, 161; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XXIV, 74; Ebû Nuaym, Ĥilyetü’l evliyâǿ, Beyrut 1405, I, 383; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, IV, 259; Müsahibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, s. 154, 155; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s.176; Ronart, CEAC, s. 450; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), III, 98, 100; Deniz Gürsoy, Tespih: Parmak Uçlarındaki Huzur, İstanbul 2006, s. 34, 61, 123 vd.; Necip Sarıcı, Duâ Tâneleri Tesbih, İstanbul 2008, tür.yer.; Perran Ülkümen, “Tesbihin Tarihçesi, Yapılış Tekniği ve Saray Koleksiyonundaki Tesbihler”, TEt.D, sy. 12 (1970), s. 111 vd.; Bediî Gorbon, “Türk Tesbihçilik Sanatı”, Türkiyemiz, sy. 31, İstanbul 1980, s. 1 vd.; A. Masala, “Tesbih in Turchia”, Islàm: Storia e Civiltà, XII/3, Roma 1985, s.149 vd.; M. Bülent Coşkun, “Tesbihin Tarihçesi, Osmanlı Tesbihçiliği, Tesbih Yapımı, Ustaları, Çeşitleri, Günümüzdeki Durumu”, TTOK Belleteni, sy. 77 (1988), s. 56 vd.; Işık Yazan, “Türk Erkeğinin Yüzyıllardır Vazgeçemediği Aksesuar, Türk Tesbihçiliği”, Antik Dekor, sy. 8, İstanbul 1990, s. 58 vd.; “Tesbih”, SA, IV, 1973-1974.
Nebi Bozkurt
Diğer Dinlerde.
Dualarda yer alan Tanrı isim ve sıfatları gibi kutsal kabul edilen ve tekrarında yarar umulan sözlerin sayısını bilmek amacıyla hâfızaya yardımcı olarak tesbih kullanma İslâm dışındaki dinlerde de oldukça yaygındır. Günümüzdeki formuyla en erken örnekleri Hinduizm’e kadar götürülebilen tesbih kültürünün antik Peru’da ipe düğüm atmak şeklinde uygulanan ve “quipu” denilen hesaplama sistemiyle ilişkisi olması muhtemeldir. Quipu Peru dilinde “düğüm” demektir. İpliğe düğüm atma geleneği aslında hemen her toplumda vardır. Güney Amerika’da Guiana yerlileri bayram ve kutsal günlerin tesbitinde düğümlü iplerden oluşan takvim kullanıyorlardı. Çin’de Yung-ching-che zamanında ipliklere atılan farklı düğümlerin sayıları ve aralıkları farklı anlamlar ifade ediyordu. İpliğe dizili boncuklardan oluşan gerdanlık gibi tesbihe geçişin zamanı kesin şekilde bilinmemekle beraber ilk defa Ortadoğu’da kullanılmış olması muhtemeldir. Eski Mısır’da firavun Tutankamon’un mezarında bulunan otuz yedi taştan müteşekkil bir nesnenin dua etmede kullanılan bir tesbih olduğu düşünülmektedir. Eski Roma’da kadınların kullandığı taştan yapılmış kolyeleri ifade eden “monile” kelimesi aynı zamanda “zikretme” anlamına gelmektedir. Kelimenin içeriğindeki bu kavramsal yapı, kolye türünden nesnelerin dua için kullanılan bir fonksiyona sahip bulunduğuna işaret etmektedir. Batı’da tesbih karşılığı kullanılan “beads” kelimesi Anglosakson dillerde “dua” anlamındaki “beade” veya “bede”den gelmektedir. Tesbih geleneğinin uzandığı dinî form tesbihin yalnızca Tanrı ismini zikretmede kullanılan bir nesne olmadığı, belki daha büyük oranda bu tip nesnelerin muska türünden birtakım özellikler taşıdığı ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Nitekim bazı Budist rahiplerinin taşıdığı “bodhi” denilen yetmiş iki boncuklu tesbihin taneleri, üzerine dinî ibareler yazılmış yaprakların lake veya vernikle yuvarlanmasıyla elde edilmektedir (ERE, X, 850). Başlangıçta sayı saymaya, hesap yapmaya yarayan veya korunma amaçlı tılsım/muska şeklinde yararlanılan birtakım nesnelerin daha sonraki dönemlerde Tanrı adını zikretmede ya da dua etmede kullanılan bir forma bürünmüş olması kuvvetli bir ihtimal gibi görünmektedir. Daha gelişmiş bir form olarak tesbih kültürünün klasik anlamıyla ilk bilinen örnekleri Hinduizm’de ortaya çıkar. Hinduizm’de tesbih “japamâlâ” (zikir çelengi) veya “smarani” (hatırlatan nesne) adıyla bilinir. Hint kültüründe bu gelenek, muhtemelen antik Hindistan kültüründe hesap yapma amacıyla kullanılan “pae jamas”lara kadar uzanır. Hint Purana geleneğinde tesbihin ilk formu, Şiva’nın karısı Sati’nin ölümü üzere yaptığı dua sırasında elinde tuttuğu nesneye kadar çıkartılır. Hinduizm’de tanrıların isimlerini zikretmede, dua etmede veya konsantrasyon esnasında kullanılan tesbih, çakıl taşı, metal veya ahşap gibi çeşitli objelerden yapılır ve 108 adet parçacıktan oluşur, Şivacı olarak bilinen Hindu mezhebinde tesbih tanelerinin sayısı otuz ikidir. Hint dinî heykellerinde Brahman’ın dört elinden sağ ön eli, Durgas’ın sekiz elinden sekizincisi, Ganga’nın dört elinden biri, Sarasvati’nin yine dört elinden biri tesbih taşır. Tesbih aynı ad, form ve amaçla Budistler’de ve Sihler’de de kullanılır. Hindular’ın tesbihleriyle Budistler’in tesbihleri arasında pek fazla fark gözlenmez. Bazıları turkuaz, mercan, amber, gümüş, inci gibi daha değerli materyallerden yapılır. Yöreye ve mezhebe göre de boncuk sayılarında bazı farklılıklar görülebilir.
Çin Budistleri’nin “su-chu” denilen tesbihe Tibet’de “phreng-ba” (theng-wa) adı verilir ve Lamalar’ın kıyafetlerinde tamamlayıcı bir aksesuar olarak yer alır. Değişik tanrılar için farklı renkte tesbihler kullanılır ve dindarlar çoğu kere Sanskritçe birtakım ifadeleri tekrarlar. Tanınmış zikirleri “Om mani padme (pedme) Hum” ifadesidir. 108 taneli tesbih yirmi yedişerden dört bölüme ayrılır. Aralarına diğerlerine göre daha büyük veya farklı renkte üç boncuk konur. 10.800 sayısına ulaşıncaya kadar zikir tekrarlanır. 108 rakamının Buda’nın havârilerini temsil ettiği söylenir. Ancak Buda’nın öğrencilerinin sayısı on sekiz olduğundan bu sayıda boncuğu olan küçük tesbihler de yapılmıştır. Bazılarına göre asıl rakam 100’dür ve fazladan olan sekiz boncuk ihtiyaten konulmuştur. Burma tesbihleri de 108 tanelidir ve tesbih çekimi esnasında Budizm teslîsi tabir edilen üç sığınağın adı tekrarlanır. Bunlar Phra (Büyük Buda), Tara (Dharma) ve Sangha’dır (Soylu). Tesbihin devri tamamlandığında imâme yerindeki merkezî boncuk tutulur ve “anitsa, dukka, anatha” (fâni, acı, gerçek dışı) sözleri tekrarlanır. Japonya’da “sho-zuku-jiu-dzu” denilen tesbihi Budistler milâttan sonra VI. yüzyıldan itibaren kullanmıştır. Burada sosyal statü sembollü tesbihler klasik Japon evinde özellikle çay odasının duvarını süsler. Japonlar modaya, sahibinin zevkine ve servetine göre değerli, ortadan ikiye ayrılan 112 boncuklu tesbihler taşır. Eskiden Japon din adamları boyunlarına bodhi ağacından yapılmış tesbih takarlardı.
Yakındoğu’da tesbihin bilinen formuyla kullanıldığı en önemli gelenek Hıristiyanlık’tır. Batı dillerinde tesbih karşılığında kullanılan “rosary”/“rosaire”, Latince “rosarium” (gül çelengi) kelimesinden gelmektedir. Bu kelime Hz. Meryem’in güllerden oluşan tacını ifade etmektedir. Tesbihin gülle ilişkilendirilmesi Hıristiyanlık’ta gülün bâkire Meryem’in sembolü oluşundan kaynaklanmaktadır (Ahd-i Atîk’te “hikmet”in sembolü olan gül hıristiyan çevrelerinde Meryem’le ilişkilendirilmiştir; Vâiz, 24/14, 50/8). Ayrıca gülün kırmızı rengi Îsâ’nın kanını temsil etmektedir. Umumiyetle Hıristiyanlık’ta tesbih geleneği ilk Haçlı seferleri sonrasında XII. yüzyıldan itibaren Aziz Dominik’le (Saint Dominique) başlatılır. Buna göre Albililer’e karşı Aziz Dominik’in savaşı sırasında Kutsal Meryem ona görünmüş ve tesbih vererek tesbihle nasıl dua edeceğini öğretmiştir. Ancak IV. yüzyıldan beri özellikle manastır çevrelerinde tesbih kültürünün var olduğu söylenir.
Doğu Hıristiyanlığı’na göre tesbihi kullanan ilk kişi Antonohy the Great’tir (Büyük Antoni, ö. 356). 347 yılı civarında ölen, Mısır’da Teb şehrinde yaşamış keşiş Paul’ün tesbih amacıyla 300 çakıl taşını kullandığı bilinmektedir. Belçika’da Nivelles’de rahibe Gertrude’un (VII. yüzyıl) mezarında tesbih çekmede kullanılan taşlar bulunmuştur. XI. yüzyıla ait Cluny tarikatına ait bazı dokümanlar Cluny manastırlarında tesbih çekildiğine dair bilgiler vermektedir. Ancak Meryem’in Aziz Dominik’ten Tanrı’yı zikretmesi için tesbih kullanmasını istediğine dair yayılan rivayetle XV. yüzyıldan itibaren Dominiken çevrelerinde tesbih kullanan özel keşişlerin oluşturduğu cemaatler ortaya çıkmıştır. XV. yüzyıldan itibaren kilise resimlerinde tesbih görülmeye başlar. Bunların en eskilerinden biri Flaman ressamı Jan van Eyck’in The Virgin of the Fountain adlı tablosudur (Koninklijk Museum voor Schone Kunsten, Antwerp).
1569’da “Consuverunt Romani Pontifices” adlı papalık genelgesi tesbih çekmeyi kanonik hale getiren ilk kilise belgesidir. XV. yüzyılda Dominiken rahip Xlanus de Rupe, Îsâ ya da Meryem sûretleri önünde dua ederken tesbih kullanma geleneğinin öncüsü olmuştur. 1470’lerde manastırlarda 150’lik tesbihler ortaya çıkmıştır. Ellilik üç tesbihin birleşmesinden oluşan bu tesbihleri keşişler entarileri üzerinden boyunlarına takarlardı. Katolik dünyasına tesbihin Haçlı seferleri sırasında müslümanlardan geçtiği de söylenir. Papa V. Pius’un onayıyla kullanılmaya başlanan tesbih elli dokuz taneliydi. Bu sebeple V. Pius “tesbihin papası” olarak anılır. 1586’da Papa V. Sixtus tarafından 150’lik tesbihler kaldırılmış ve elli dokuzluk tesbihlere dönülmüştür. Bu tesbihlerle beş defa Pater Noster, elli defa Ave Maria, üç defa Gloria ve bir defa da Salve Regina duaları okunurdu.
Modern zamanlarda ve özellikle Katolik kilise geleneğinde tesbih kullanmanın önemi Meryem vizyonları ile kökleştirilmeye çalışılmıştır. Buna göre 1858’de Lourdes’da Aziz Bernadette Soubirous’a görünen Meryem ondan tesbih çekmesini istemiştir. Bu olayın birçok defa gerçekleştiği yere Tesbih Bazilikası (The Rosary Basilica) inşa edilmiştir. 1917’de Portekiz’de üç çocuğa görünen Meryem (Lady of Fatıma) öyküsü Katolik kilisesinde tesbih geleneğinin belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. Üç çocuktan biri olan Lucia Santos’un verdiği bilgiye göre bu esnada Meryem’in elinde bir tesbih vardır. Bu sebeple bugün tesbih çekerken yapılan duaya bir “Fâtıma duası” eklenmiştir. 1933’te Belçika’da Banneux’da Mariette Beco adında küçük bir kıza görünen Meryem vizyonunda da benzeri bir olay yaşanmıştır. Bir başka olay 1973’te rahibe Agnes Sasagawa tarafından tecrübe edilmiştir. Papa II. John 1999 yılında tesbih kullanmayı teşvik etmiş, Ekim 2002’den Ekim 2003’e kadar olan bir yıllık süreyi tesbih yılı ilân etmiştir. Bu tarihlerden itibaren Batı’da tesbih kullanımı daha da yaygınlaşmıştır. Batı’da ilgi duyulan dinlerden biri olan Budizm’in de bunda etkisi olmalıdır.
Bugün özellikle Katolik ve Ortodoks geleneğinde tesbih özel dualar eşliğinde kullanılan, Tanrı’ya yaklaştırıcı bir dinî nesne hüviyetine sahiptir. Batı’da tesbih ustalarına “paternoster” diyorlardı. Bunlar Osmanlılar’da olduğu gibi el tornalarında tesbih çekerlerdi. Taş ya da benzeri nesnelerden yapılan tesbih muhtemelen, manastırlardaki dualar esnasında mezmurlardan seçilerek okunan 150 ilâhiye nisbetle 150 tanecikten müteşekkildir. Bir tesbih dizisi üzerinde bulunan 150 tanecik on beş adet daha büyük tanecikler (nişane) dizisiyle onlu bölümlere ayrılır. Her tesbih dizisini oluşturan ipin ucunda bir haç figürü bulunur. Tesbih çekmeye başlanmadan önce mutlaka haç çıkartılmalıdır. Tesbih çekimi esnasında özellikle İncil’de anlatıldığı kadarıyla Meryem’in hayatına konsantre olunur. Protestanlar’da ve Yahudilik’te tesbih geleneği yoktur.
BİBLİYOGRAFYA:
J. M. Erikson, The Universal Bead, New York 1969, s. 78, 79, 80; R. Gribble, The History and Devotion of the Rosary, London 1992; A. Winston, Stories of the Rose: The Making of the Rosary in the Middle Ages, New York 1997, s. 2, 3; J. D. Miller, Beads and Prayers: The Rosary in History and Devotion, London 2002; J. Kieschnick, The Impact of Buddhism on Chinese Material Culture, Princeton 2003; Deniz Gürsoy, Tespih: Parmak Uçlarındaki Huzur, İstanbul 2006, s. 15 vd., 37 vd.; W. S. Blackman, “Rosaries”, ERE, X, 847 vd.
Kürşat Demirci
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır.
http://www.islamansiklopedisi.org.tr/dia/ayrmetin.php?idno=400529&idno2=c400312#2
Crafts içinde yayınlandı
Yorum bırakın
Duâ Habbeleri: Tesbih
Arapça “sebeha” kökünden gelen “tesbih”in çoğulu tesbihâttır. Allah’ı ta’zim etme manasınadır. “Sübhânallah” Allah’ı (c.c.) her türlü ârızlardan, kusur, ayıp ve noksanlıklardan tenzih ederim manasındadır.
Kur’ân-ı Kerim’de tesbih ve kökü çeşitli şekillerde 92 âyette kullanılmış ve bu kavramla meleklerin, insanların ve diğer varlıkların tesbihleri söz konusu edilmiştir.
“Sen Rabb’ini hamd ile tesbih et (O’nu övecek sözlerle an, subhânellâhi velhamdulillâhi de) ve secde edenlerden ol” (el-Hicr, 15/98).
“Melekleri görürsün ki, arşın etrafını çevirmiş olarak Rabb’lerini övgü ile tesbih ederler, anarlar. (O gün) aralarında hak ile hükmedilmiş ve Hamd âlemlerin Rabb’ine mahsustur denmiştir” (ez-Zümer, 39/75).
Hz. Peygamber (sav)’in dilinde tesbih ;
“Dile hafif, mizanda ağır ve Rahman’a sevimli iki cümle (vardır): Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ve hamd ile tesbih ederim. Büyük olan Allah’ı tesbîh ederim, O’nun şânı ne yücedir!” (Muhammed b. Allan Delilü’l-Fâlihîn, Mısır 1971, IV, 210).
“Allahu Teâlâ’nın indinde sözlerin en sevimlisini sana haber vereyim mi? Allahu Teâlâ’nın indinde sözlerin en sevimlisi, şüphesiz ki: Sübhânellâhi ve bihamdihi cümlesidir” (Muhammed b. Allan, a.g.e. IV, 214).
Tesbih, ağaçtan, kemikten, sedef, kehribar, inci, mercan, zümrüt, akik gibi güzel ve kıymetli taşlardan yapılmış ortası delik, toparlak taneciklerin bir ipliğe dizilip uçlarının birleştirilmesi ile elde edilen âlettir.
Tesbihi bugünkü kullandığımız mana ve şeklin dışında, bir ipe dizilmiş boncuk taneleri olarak düşünürsek tarihini çok eskilere dayandırabiliriz. İslâm kültürü dışındaki din ve kültürlerde de tesbihe rastlanır. Budizm’de tesbih kutsaldır. Yahudiler arasında tesbih kullanılmış fakat dînî olarak değil psikolojik açıdan tercih edilmiştir. Hıristiyanlar arasında ise daha önceden kullanıldığı ileri sürülmesine rağmen, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlardan yayıldığı belirtilir. Tesbih, asıl hüviyetini ve sanatlı yapısını İslâm kültüründe kazanmıştır.
Diğer klâsik Türk-İslâm sanatlarında olduğu gibi tesbih de İstanbul’un fethinden sonra yeni bir kıymet kazanmış ve sanat seviyesine yükselmiştir. Şark’tan Garb’a her yere Türk yapımı tesbihler gönderilmiştir. Hediyelerin önem arzeden eşyalardan seçilmesine daima itina gösterilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, kılıç, at, kaftan, mücevherat gibi hediyelerin yanında tesbih de mühim bir yer tutar. Osmanlı idaresinde yer almış kişilerin hediye kayıtlarında yahut miras kayıtlarında çok ilginç tesbihler karşımıza çıkmaktadır.
I. Ahmed, Camii şerifini yaptırıp da ilk cuma namazı kılınacağı zaman, bu caminin kaç kişi alacağını merak ederek giren herkese bir ödağacı tesbih hediye edilmesini emretmiş ve bu suretle 86000 küsur tesbih gittiği anlaşılmış. Cami boşalırken de çıkana bir kalenbeki tesbih hediye edilerek yine aynı sayı bulunmuştur.
Tesbih gerek işlenişi gerekse maddesi yönünden, Türk el sanatları arasında diğer sanatlarımız kadar değer taşır. Evrâd ve ezkârın birer İlâhî şifre hükmünde olan sayılarını şaşırmamak ve unutmamak için kullanılan tesbih, belli sayıdaki danelerin kolayca kayabilen dayanıklı bir ip veya ibrişim üzerine dizilmesiyle elde edilir. En küçük tesbih 33 daneli, en çok kullanılanı ve normali 99 danelidir. 500’lük ve 1000’lik tesbihler de vardır.
Tesbihin yapımında kullanılan maddeler oldukça çeşitlidir. Cam parçasından zeytin çekirdeğine, maden ve tahta cinslerine kadar çok çeşitten imâl edilebilen tesbih dâneleri için önemli olan, maddenin çok yumuşak ve de çok kolay kırılabilecek kadar sert olmamasıdır.
Tesbih yapımı el sanatları arasında yer alır. Bakır oymacılık, tahta işleri, halı-kilim dokuma, seramik ürünleri gibi sayısız sanatlar içinde tesbihçilik sanatı da bulunur. Günümüzde ihtiyacı karşılayacak tesbihler, bakalit cinsinden fabrikasyona dayalı olarak üretilir. Bunlar pahada değersizdir. Fakat özel taş ve ağaçlardan yapılan tesbihler birer sanat eseridir. Bunlar maddelerinin kıymeti kadar da imâl ediliş şeklinden dolayı değer kazanırlar.
Ecdadımız Kur’ân-ı Kerim’i en güzel yazıyla yazdıkları, en kıymetli maddelerle tezyîn ettikleri, en dayanıklı deriyle ciltledikleri gibi Allah-u Teâlâ’yı zikrederken de en san’atlı ve kıymetli tesbihleri kullanmışlardır. Nasıl bir pul, para, levha koleksiyonları oluşturuluyorsa, sanat değeri taşıyan tesbihler de pek çok kişinin koleksiyonlarında yer almaktadır.
Gerçekten de tesbihi san’atlı olarak işlemek pek kolay değildir. Her ne maddeden olursa olsun bunları el ile aynı büyüklük ve şekilde yapabilmek göründüğü kadar kolay değildir. Bir tesbihçi çırağının ancak yedi seneden sonra kalfalığa geçebilmesi bu mesleğin güçlüğünün ispatına yeter.
İbrişim gibi devamlı sürtünmeye dayanıklı çabuk kopmayan iplere dizilen tesbihin her bir toparlağına “tesbih dânesi/habbesi” denir. Tesbih iplerinin iki ucunun birleştiği yere çekme ve süslü uzunca bir sap ve buna bağlı bir püskül konur. Ağaç, değerli taş veya madenden yapılan bu sapa “imâme” denir. İmâmenin üzerine takılan püskül tire, ipek, gümüş veya altından olabilir. Buna da “kamçı” denir. Bazı tesbihlerde imâmeden itibaren 11. danelerden sonra daha yatsı biçimde “pul” adı verilen daneler bulunur. 33’lük tesbihlerde de pul kullanılabilir. Ayrıca imâmenin ucundaki tesbih ipini toparlayan ve nişâneye benzeyen bir parça daha takılır ki, buna da “tepelik” adı verilir.
Tesbih imalinde kullanılan pek çok âlet ve bir de “tesbih tezgâhı” vardır. Her tesbih ustasının bir tesbih tezgâhına ihtiyacı vardır. Bu tezgâhın yanlarında “tay” denilen iki ayağını tutan kısma “alt ağaç”, ortasında ayar delikleri bulunan ağaç kısmına “delikli peşme”,dönen yuvarlak kısmına “kubbe”, kubbeyi tutan kısmına “kelebek”, teşbihçinin çalışırken ayağını dayadığı ağaçtan kısmına “tezgâh takozu” adları verilir.
Gene tesbihçilerin mecburen kullandığı el tornaları vardır. 0.50×1.00 ebadında ağaçtan yapılmış bir tablo üzerinde birisi hareket etmeyen “rende” diğerine “arda” denir. Taneler bu torna ile işlenir.
Bu âletlerden sonra tesbih ustaları kullanacakları maddeleri önce uzun çubuklar halinde özel testerelerle keserler. Bu testerelerin özelliği de kesilen maddelerin az talaş çıkartmaları için kesen kenarlarının az çaprazlı olmasıdır. Bu çubuklar daha sonra istenilen büyüklükte parçalara bölünür. Bu parçalar da gene özel bir mille ortalarından hassasiyetle delinir. Bu deliklerin tam ortalarından düzgün bir şekilde açılabilmesi tesbihin değeri açısından önemlidir. Delinen taneler daha sonra teker teker kalıpta işlem görür. Rende ve arda dediğimiz kesiciler biley taşı üzerinde az miktar yağlanır. Kalıp ucuna takılan taneler döndürülmeye başladıktan sonra arda ve rende ile şekillendirilmeye başlanır. Bu işlemlerden sonra hepsinin aynı boyda olup olmadığını anlamak için üzerinde delik bulunan bir kemik parçasına geçirilir. Bu son işleme “hadde” denir. Erzurum toprağı adı verilen oldukça yumuşak bir cins taş ovalanarak toz haline getirilir. Bu toza asitsiz zeytinyağı ve gliserin karıştırılarak bir bulamaç elde edilir. Hadde’de boy kontrolünden çıkan taneler bu bulamacın içinde ovularak cilâlanır
Tesbih için yapılan aşınmaya dayanaklı ipler de çeşitli isimler alır. Bunlardan en önemlisi “tahril” adı verilendir. İmâme, nişâne ve pul gibi kısımlar ise sanatçının özel zevkine göre yapılır. Bunlarda da özellik ince, zarif ve göz alıcı olmasıdır. Kamçı adını verdiğimiz, gümüş, altın, ipek ve tireden yapılan püsküller de yine zevke dayalı olarak yapılır.
Tesbih daneleri aynı boyda, şekilde ve büyüklükte olmalı, danelerin üzeri pürüzsüz olmalı, bir danenin deliğinden ancak tek ibrişim geçmeli ve deliklerin her iki tarafının da aynı olması çok önemlidir. İmâmenin boyu 99’luklarda 6 dane boyu olmalıdır.
San’atkârâne yapılmış tesbihler çekildikçe güzelleşir ve daha çok parlar. Kullanılmayan tesbihler üzerinde biriken toz tabakaları sebebiyle matlaşır. Hatta tesbihi cinsine göre yaz tesbihi, kış tesbihi diye ayıranlar da vardır. Yaz sıcağında elde kolayca dolanabilmesi için daha çok kristal, yeşim, akik gibi tesbihler tercih edilir. Hanımlar genellikle küçük dâneli tesbihleri tercih ederler ki, küçük dâneli tesbihleri “zenne” yahut “hanım tesbihi” diye tabir ederler.
Tesbih merkezi olarak Erzurum, Kütahya, Eskişehir, Konya, Ankara, Diyarbakır gibi pek çok yöremiz varsa da İstanbul bu sanatın merkezidir.
İmâl edildiği maddenin cinsine göre bazı tesbih çeşitleri:
Akik: Muhtelif renklerde yuvarlak ve ince renkli tabakalar halinde teşekkül eden bir kalsedondur. Tabiatta büyük parçalar halinde bulunur. Sırmanî cinsi makbuldür.
Anber: Ada balığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu maddedir. Ak ve siyah nevileri vardır. Görünüş olarak güzel olmamalarına rağmen kokularından dolayı tercih edilir.
Bağa: Takriben bir metre boyunda olan, derin ve sıcak denizlerde yaşayan kaplumbağaların kabuğudur. Kalın ve siyaha yakın olanı makbuldür.
Cam: Genellikle saydam ya da yarı saydam, sert bir maddedir.
Eskişehir taşı: Eskişehir’de çıkan ve güzelce cilalanabilen bir taştır. Lüle taşı da denir. Beyaz renklidir, ama kullanıldıkca sararır.
Aynıhür: Krizoberil sınıfına dâhil bir taştır. Kedigözü de denir. Sebebi tabaka halinde renkli olup aralarında beyaz çizgilerin bulunmasındandır.
Fildişi: Pek çok yerde kullanıldığı gibi tesbihte de kullanılır.
İnci: Sıcak ve cereyanlı denizlerde yetişen istiridyelerde bulunur.
Kantaşı: Koyu zeytunî içinde kırmızılıdır. İçinden kiremit rengi damarlar geçer.
Kehribar: Üçüncü zamanda yaşamış çam ağaçlarının fosilleşmiş reçinelerine verilen isimdir. Kırılabilen bir madde olup oldukça şeffaftır. Bir yere sürüldüğü zaman elektriklenerek kendinden hafif maddeleri çeker. Kedi gözü, limoni, sarı, ateşî, buzlu, siyah nevileri vardır. Almanya’nın kuzeyinde Baltık sahillerinde ve Birmanya’da çıkarılmaktadır.
Mercan: Ilık denizlerde yetişir, ağaç şeklinde ve beyaz renktedir. Hava ile temas edince mercan rengi dediğimiz tatlı kırmızılığı alır. Cilalanmaya elverişli olduğu için pek çok yerlerde kullanılmış ve bu arada gayet güzel tesbihler de yapılmıştır.
Naka: Fildişine çok benzeyip deve dişinden yapılan tesbihlere verilen isimdir.
Narçın: Hindistan cevizinden yapılır. Samur rengi makbuldür. Terden çatlar.
Necef: Yani tabii kristaldir. (Kaya billuru da denilir.) Kuartz grubuna dâhildir. Şeffaf ve renksiz olarak teşekkül eder. Umumiyetle fasetalı yapılır.
Sedef: Sıcak ve cereyanlı denizlerde yetişen midye ve istiridye gibi kabuklu deniz hayvanlarının kabuklarının içindeki renkli ve parlak kalkerli maddeden yapılır. Som yeşil renktedir. Fildişi bakır mahlülü içinde bırakılarak elde edilir.
Oltu taşı: Merkezi Erzurum Oltu’dur. Siyah kehribar olarak da adlandırılır. Yumuşak bir linyit çeşididir.
Şahmaksud: Sarı ve filizi renklerde bir taştır. Yeşil rengi makbuldür.
Yeşim: Jad denilen tirşe rengindeki taştır. Dayanaklılığı ve kendine has bir sertliği olmasına rağmen kırılması da o kadar güç olmayan bir taştır. Sathı cilalanınca yağlı bir yumuşaklık ve parlaklık gösterir. Ana vatanı Hotan (Orta Asya) olan yeşim doğuda mukaddes sayılır. Yağmur taşı adı da verilir. Beyazdan koyu yeşile kadar bir renk serisi gösteren bu taştan pek çok tesbih yapılmıştır.
Yıldız: Kedigözü ve aşk taşı diye de adlandırılır.
Yüzsürü (Yüsürü): Bağa’ya benzer renkte salyangoz kabuğu gibi tabaka üzerine sarılmış bir görünüşü vardır, oldukça serttir.
Zergerdan: Gergedan ve buna benzer hayvan boynuzlarından yapılır. Yarı saydamdır. Kahverengi ve siyah renklidir.
Abanoz: Tropikal bölgelerde yetişen bir grup ağacın odunudur. Rengi siyahtır. Sert bir ağaç cinsidir.
Demirhindi: Koyu kahverengi renktedir. Baklagiller familyasından yaprak dökmeyen bir ağaçtır. Anayurdu Afrika’nın tropik kesimleri olmakla birlikte çeşitli bölgelerde (özellikle Hindistan ve Mısır’da) süs amacıyla ya da yenebilen meyveleri için yaygın olarak yatiştirilir.
Düveydari: Çok hoş kokulu olduğu için tesbih yapımında tercih edilir.
Gül ağacı: Hind ve Mısır gül ağaçları makbuldür. Kerestesinin rengi ve kokusu güle benzediğinden gül ağacı denmiştir.
Kalenbek: Anavatanı Endo-nezya’dır. Hoş kokulu bir sandal ağacı cinsidir.
Kan ağacı: Koyu borda renktedir.
Kuka: Narçıl kökünden yapılan bir mamulâttır. Tesbihi makbuldür. Ayrıca fincan, zarf, kâse yapılmaktadır.
Maverd: Çok güzel kokuludur. Bu yüzden tesbih yapımında kullanılan bir madde olmuştur.
Nebik: Sakız ağacı.
Öd ağacı: Zambak türünden, uzun süreli bir bitki olup, yüzden fazla çeşidi vardır. Afrika’nın tropikal bölgelerinde ve Asya’da yetişmektedir. Tahtasının hoş bir kokusu olduğu için hem muhtelif cins eşyalar yapılış hem de dini törenlerde yakılması adet halini almıştır.
Pelesenk: Tropik bir ağaçtan elde edilen siyah renkli sert bir ahşaptır. İnce marangozluk ve mobilyacılıkta kullanılırdı. Tesbih’te de çokca kullanılmıştır.
Sandal: Kerestesi sert ve kokulu olan Sandal ağacı, Endonezya, Malezya ve Güney Hindistan ormanlarında yetişir. Rengi genellikle sarımtraktır ve keskin bir kokusu vardır.
Sırçalı Kuka: Hindistan veya Malaya’nın yerli ağacı zannedilmekle beraber daha ziyade tropik bölgelerin mahsülüdür. Çok sert olan kabuğundan tesbih, küçük taşlar ve fincan zarfları yapılmıştır. Siyaha yakın renkleri de vardır. Ağaç tesbihler arasında en değerlilerinden biridir. Bu nedenle bu cins birçok tesbih yapılmıştır.
Yılan ağacı: Adını yılan derisi biçimindeki deseninden alır. Güney Afrika, Fransız Guyanası ve Amazon ormanlarında yetişir. İlk kesildiğinde kırmızımsı bir renkte olan dokusu havayla temas ettikçe kahverengiye dönüşür. Oldukça sert olan yapısından dolayı çalışması çok zor bir ağaç türüdür.
Zeytin ağacı: Zeytin veren açıkça sarı renkte bir ağaçtır. İnce marangozlukta mobilya yapmak için kullanılan güzel cilalanabilen bir ağaçtır.
Murat-Nuhoğlu, Muallâ. Türk-İslâm Kültüründe Tesbih ve Tesbih Sanatı, Ankara, 1995. Parlak, Tahsin. Erzurum’da Oltu Taşı ve Kuyumculuk Sanatı, Oltu, 2001. Arvas, Ahmet Sırrı. Mucebince Amel Oluna, İstanbul, 2004. Yazıcı, Nesimi. “Din ve Sanat Açısından Tesbih”, Diyanet Dergisi, c. 18, s. 3 1979.
Uncategorized içinde yayınlandı
Yorum bırakın
Türk Tesbihçiliği
Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre
İslâm âleminde tesbih, Allāh’ın Esma’ü-l Hüsnâ’sını yâni Güzel İsimleri’ni ibâdet amacıyla ve belirli bir sayıda zikretmek için kullanılan ve hemen hemen her sofu müslümanın cebinde taşıdığı pratik bir araçtır. Aynı boyutları ve aynı şekli haiz 33, 99, 500 ya da 1000 adet dânenin (tânenin), en basit hâliyle, iki ucu biribirine düğümlü bir ipe dizilmesinden oluşur. 500’lük ve 1000’lik tesbihler, eskiden tekkelerde ve daha çok toplu zikirlerde kullanılırdı.
“Tesbih çekmek”: baş ve işâret parmaklarının orta parmak üzerine yerleştirilen tesbihin tânelerini bileğe doğru hareket ettirmesiyle senkronize olarak Allāh’ın Güzel İsimleri’nden birini hafî (içinden) ya da cehrî (sesli) olarak herbir tânede tekrarlamak anlamındadır. Fakat tesbihin muhtelif parçalarının tornada çekilerek yapılmasından ötürü bu imâlât işlemine de “tesbih çekmek” denilmektedir.
Tesbihin tâneleri genellikle kürevî (küresel, yuvarlak), beyzî (elipsoidal), şalgamî, üstüvânevî (silindirik) ve armudî olur. Çokyüzlü kristal gibi fasetalı ya da farklı estetik biçimlerde oymalı, daha fantezi biçimlerde olanları da vardır.
Tesbihin, tesbihçinin san’atini sergileyen en önemli parçası tânelerin dizili olduğu ipin iki ucunun buluştuğu yerdeki imâme’dir. Bu, tesbihin zarîf görünmesini sağlamak üzere genellikle tânelerin uzunluğundan 4 ilâ 7 misli daha uzun tutulan ve dönel simetriyi haiz olan bir parçadır. Boğumlarından birinde hareket edebilen bir, iki ya da üç adet halka da bulunabilir. İmâmenin altındaki iki delikten girip de üstündeki tek delikten çıkan tesbih ipinin iki ucu helezonî biçimde burulur. Bu ipe birkaç adet (genellikle üç adet) küçük ve ip üzerinde kayamayacak kadar ip deliği dar tutulmuş olan tâne daha eklenir. İki ucu burulmuş olan ipin bittiği yere hâtime (ya da tepelik) denilen, şekli tânelerinkinden farklı bir parça ilâve edilir. Hâtimenin üstündeki konik deliğe tıpatıp oturan, çivi denilen ve alt tarafı aynı konik şekli haiz olan kısım ise tesbih ipinin iki ucunun rabtedildiği kilit noktasıdır. Zamanımızın büyük tesbihçilerinden Neyzen Niyâzi Sayın “çektiği” bâzı tesbihlerde imâmeden sonra ve hâtimeden önce birer de Mevlevî Sikkesi şeklinde iki parça ilâve etmektedir. Bâzı tesbihlerin ucuna ibrişimden, ipekten, gümüş ya da altın tellerden yapılmış bir püskül takılır ki buna da kamçı denilmektedir.
Tesbihin diğer parçaları ise durak (ya da nişâne) ve pul’dur. Durak ya da nişâne 99’luk tesbihlerde 33. ve 66. tânelerden sonra konulan ve tesbihin dışına doğru sarkan özel şekilli parçalardır. Bunlar 99’luk bir tesbihi 3 adet 33’lük kısma ayırırlar. Bâzen üzerilerinde hareketli halkalar da bulunur. İşin tasavvufî derinliğine vâkıf tesbihçiler 33’lük tesbihlerde yassı bir parça olan pulu “Pençe-i âl-i Abâ”ya yâni Hz Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 5., ve 99’luk tesbihlerde de “Oniki İmâm”a delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 12. tânelerden sonra koyarlar. Bu âdetin dışında, pulları 7. ya da 11. tânelerden sonra koyanların sayısı fazladır.
Tesbih dizimi dahî ince bir iştir. Tesbih ipinin iki ucunun helezonî buruluşu, uçlarının balmumulanışı, imâmenin altındaki ve üstündeki düğümlerin atılışı herkesin kolay kolay taklîd edemeyeceği bir mahâret ister.
Çeşitli maddelerden tesviye edilmiş olan tesbih tânelerinin çapı genellikle 4 ilâ 10 mm arasında olur. Daha büyük çaplı tâneleri olan tesbihler de vardır ama bunların pratik bir faydası yoktur. Ya süs için ya da kolleksiyonlar için yapılırlar. Tâneleri küçük olan tesbihlere, halk arasında, “Zenne (ya da Kadın) Tesbihi” denir.
Tesbihçilik tıpkı hat san’ati, ebrû san’ati gibi Türkler’in elinde ve ustalığında XIX. yüzyılda şâhikasına erişmiş bir san’attir. Bu san’atin elimizdeki en eski örnekleri maalesef XVII. yüzyıldan önceye ulaşmamaktadır.
Tesbihçiler arasında, bugün hepsi de rahmetli olup da eserlerinde ustalıkları ile dillere destân olmuş olanlar şunlardır: Tophâneli Sâdık usta, Mevlânâkapılı Mahmûd usta, Horozun Sâlih usta, Kalafatçı Hasan usta, Yamalı Nûrî usta, Eyüplü Deli Tâhir usta, Balatlı Nûrî usta, Fildişici Burhan usta, Kalemdar Hayri usta, Kehribarcıbaşı Ali usta, Beşiktaşlı Sağır Rıfat usta ve öğrencisi Topuzun Halîl usta ve Tophâneli İsmet usta. 1920’lerden sonra tesbihçilik san’ati merhûm: Hilmi efendi, Akgerdan Mehmet Cemil bey, Edinekapılı Gâlib Başsaka efendi ile onun talebesi, Allāh uzun ömür versin, Neyzen Niyâzi Sayın tarafından sürdürülmüştür.
Tesbihçilikde, eskiden, bir kemâne ile döndürülen, ağaçtan yapılmış özel bir torna kullanılırdı. çargûşe denilen delici bölümle malafa denilen kalıp sol eldeki kemâne aracılığıyla bir ileri bir geri döndürülür; puntalar arasındaki sıkıştırma sol ayakla temin edilir; sağ el kullanılarak da rende ve arda denilen kesici âletler aracılığıyla tesbih parçaları çekilirdi. Bu ilkel tornalarla tânelerin aynı boyutlarda çekilmesi büyük mahâret isterdi. Günümüzde hâlâ değerli tesbih ustaları tesbih parçalarını elle çekmekteyseler de bâzıları da bilgisayarlı hassas torna tezgâhlarını tercih etmekte ve eski ustaların eserlerini aynı boyutlarda hemen kopyalayabilmektedirler. Ancak “bilgisayarlı torna tesbihçiliği” kopyacı üretimden ileri gitmemekte ve tesbihçiliğin san’at yanını gitgide öldürmektedir.
Tesbih parçalarının imâlâtında ise ham madde olarak:
1. akik, altın, cam, elmas, firûze, gümüş, kantaşı, katalin (plâstik), lâpis lazuli, lületaşı, malekit, necef, Oltu (Erzurum)taşı, şahçerağ, şahmaksut, yâkut, yeşim, yıldız (kedigözü), zebercet, zümrüt, vs… gibi mâdenî;
2. deve kemiği, fil dişi, gergedan boynuzu (zergerdân), inci, kaplumbağa kabuğu (bağa), manda boynuzu, mercan, naka’ (deniz fili dişi), sedef, toynak, vs… gibi hayvânî ve
3. abanoz, demirhindi, düveydârî, gül ağacı, hindistan cevizi, kehribar, köknar, kuka, mâverd, narçıl, öd ağacı, pelesenk, sandal ağacı, sırçalı kuka, sakız ağacı (nebik), yılan ağacı, zeytin ağacı, vs… gibi nebâtî
çeşitli maddeler kullanılmaktadır.
Tesbihlerin makbûl olanı tâneleri büyüklük ve şekil bakımından aynı olanlardır. Ama eğer şu ya da bu sebebden ötürü tâneler arasında büyüklük farkı zuhur etmişse bu takdirde bunlar en büyük tâneden başlayarak en küçüğüne doğru dizilirler. Bu dizim şekline servi dizimi denir.
19. Yüzyılın Sonunda Tesbih
Musahipzade Celal (1868-1959) Eski İstanbul Yaşayışı adlı eserinde o günkü yaşantıda tesbihin yerini şöyle nakleder:
Tesbihçiler ve imameciler, Uzunçarşının en yük-sek sanatkârları idi. Gergedan boynuzundan, mercandan, akikten, yeşimden, yüzsüründen, sedeften, üzeri elmas gibi façatalı neceften, yıldız taşından, pelesenk, gül, kuka, öd ağaçlarından, siyah ve san kehribardan, amberden, sandal ağacından, Hindistan’ın ve dünyanın en nadir türlü türlü ağaçlanndan yaptıkları tesbihleri öyle sanatla işlerlerdi ki zenginler bu elmaslı, altın kamçılı tesbihleri ellerinde taşıdıkça bir gurur duyarlardı. Devlet büyükleri, ramazanlarda bu tesbihçi ustalarının yaptıkları kıymetli tesbihleri elmaslı ya da İncili altın kamçılarla süsleyerek birbirine iftara gittikçe diş kirası diye takdim ederlerdi. Bunlar avuç dolusu altına alınır, satılır nadir şeyler dendi. Bu teşbihlerin paha biçilmeyecek derecede kıymetlileri de yapılırdı.
Mesela beyaz ve siyah inciden yapılmış bir tesbih sahibine kimbilir kaça mal olurdu? Bu, ancak padişahlarla eski zamanın çok zengin vezirlerine nasip olabilecek nesnelerdendi.
îmameciler ise kehribar’dan yaptıkları gümüş, altın, mineli, elmaslı, yakutlu, zümrüdü zarif bileziklerle süsledikleri imameleri iki buçuk üç arşın boyunda yasemin çubuklara takarlardı. Bu imamelerin ağza gelen kısmına (baş pare) denirdi. Kırmızı lüle de bu çubuklann ucuna ilave edilerek kullanılırdı.
Artık unutulmuş eski geleneklerimizden “diş kirasının ne kadar eski olduğunu 11. yüzyıl büyük Türk yazarı Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı kitabından yapılan şu alıntıdan anlıyoruz:
… Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak “simiş’de bulunmalıdır. Ayrıca hâlin vaktin yerinde ise ziyafete gelenlere hediyeler ver. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın.
Kâmil Toygar “Ramazan Yemekleri ve Mutfak Kültürü” adlı makalesinde “Diş kirasını eskiler çok iyi bilir” diye başlar ve devam eder:Osmanlı döneminde zengin köşk ve konaklarda eşe dosta verilen iftar yemeklerinin yanı sıra fakir fukara için hazırlanan sofralarda da hani sadece bir kuş sütü eksik olurdu. Bu sofralarda aileye kendisini yakın bulan herkes Tanrı misafiri olarak çat kapı gelebilir, besmeleyle orucunu açar, hayır duasını ederdi. Teravi namazına giderken bunlara kadife keseler içerisinde birkaç kuruşluk dünyalık vermek de âdettendi. Yemeğe katılan eş dosta da diş kirası verilirdi. Bu para değildi. Gümüş tabal
Sultan III. Selim’i inci ve zümrüt taneli 99’luk bir tesbih çekerken gösteren bir tablo hâlen Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir. Çırağan Sara-yı’nda 1815’deki yangında kaybolmuş olan, taneleri fındık büyüklüğündeki pembe inci tesbihin o devirde dillere destan olduğu söylenir.
Bir başka meşhur tesbihse Sokullu Mehmet Paşa’nınkidir. Tamamı elmastan yapılmış olduğu söylenilen bu tesbih paşanın Azapkapısı’nda-ki konağındaki yangından kurtarılamamıştır.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda İstanbul’a bazı sanat eserlerinin dekorasyonu ve restorasyonu için davet edilmiş olan Fransız mozaikçisi ve ressamı Pretextat Lecomte, 1903 yılında basılmış olan Arts et Metiers en Orient adlı eserin de gözlemlemiş olduğu tesbihçilik konusunda, önce kadın kolyesi yapmak için başlamış olan tane dizmenin sonraları tesbih için uygulandığını belirtir ve devam eder:
… tesbihin icadı çok daha yenidir. Mucidinin Pi-ene l’Ermite olduğu sanılır; bu durumda ilk tesbih XI. yüzyılda görüldü demektir.
Şarklıların tesbihi Garplılarınkinden çok farklıdır. Zira Garp’ta dini bir eşyadır. Şark’ta da öyle olmakla beraber, aynı zamanda bir oyuncak, bir el meşgalesidir. Bu sebepten dolayıdır ki Garp’takinin aksine Şark’ta taneler madeni zincirlerle bağlı değillerdir; ipek veya deriden bir sicimin üzerinde serbestçe kayarlar.
Lecomte tesbihin el tornasında nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak anlattıktan sonra tesbihlerin amber, abanoz, kemik, sert tahta, boyanmış tahta ve renkli camların yanı sıra akasya, sarısabır, Brezilya tahtası, santral ve Callitour tahtalarından da yapıldığını aktarır. Sonra devam eder:
Sertleştirilmiş tahta da kullanırlar. Sertleştirme ameliyesi çok ilginçtir. Talaşı alırlar (bilhassa pelesenk odununun); bu un gibi talaş % 20 ya da 25 kanla karıştırılır. Bu macun tunçtan kalıpları olan hidrolik bir preste iyice sıkıştırılır. Kan, kireç, toz hâlde taşı karıştırmak suretiyle demir kadar sert bir çimento elde edildiğini biliyoruz• Kan bilinen en kuvvetli yapıştırıcıdır.
Ahmet Kemal Üçok Görüp İşittiklerim adlı eserinde kendisinin de tesbih meraklısı olduğunu belirterek, bakın 19. yüzyıl sonunda beğenilen tesbih çeşitlerini kendi gözlemleri doğrultusunda nasıl anlatıyor. Kısaca Horoz diye bahsettiği tesbih ustası dönemin meşhur Horoz Salih idir.
tesbihler
Ben mülga Şura-yı Devlet Temyiz Mahkemesi kaleminde kâtip iken “üç aylar”da -evvelce- yaptığı teşbihleri ricale gösterir ve satardı. Altın kamçılı bir “mavert” teşbihi “on dört” altın liraya;. İbrişim üzerine dizilmiş “bağa” teşbihi “üç” altına alınır idi.
Bende merhumun mamulatından “üveydari” bir tesbih vardır ki bir İngiliz altınına satın almıştım.
Horozun teşbihleri gayet haddeli olurdu; doksan dokuz teşbih birer birer mastara vurulsa hiç birisinde bir hata görülmez ve uzun müddet kullanılsa da mastarından düşmez-
Bir zamanlar teşbihler pek ziyade makbul ve muteber tutulurdu.
En makbul teşbihler: narçin ki, çok kullanılırsa -uzun müddet güneşte kalmış fildişi gibi’ gayet tatlı bir renk alır. Çok gevrek olduğu için çatlar.
Mavert, ödağacının özü olup kendine mahsus kokuyu ebediyen zayi etmez.
Uveydari: ödağacının özüne yakın olan kısmı olup bunun kokusu da bir asra yakın zail olmaz.
Ödağacı, bu ağacın kabuğudur. Nihayet on-on beş sene sonra kokusu gaip olur.
Sır cali kuka, kuka budak renginde çok sert bir ağaçtır. Sırçalı nevi daha seri olup kullandıkça parlar, rengi kızarır, hatta elmas gibi pırıldar.
Kehribar, en makbulü limoni san olup ateşî renkte olanı da merguptu. İçinden çiçekli veya haricen işlemeli olanlar özürlü oldukları için pek makbul değildi. Siyah kehribar, abanoz, yüz sürü gibi tesbihler kalbe sıkıntı ve kasvet verir diye makbul tutulmazdı.
(Not: Keh, saman rübuden kapmak, kendine çekmek. Kehrüba çöpleri kapan, çeken maden demektir. Kehribann en iyisi Daniska (Danzig)den gelir. Erzu-rumun siyah kehribarlan da meşhurdur.)
Bağa: Kaplumbağa kabuğundan yapılırdı.
Hayvanların Tasnifi
Malumdur ki, hayvanat konuşur, konuşmaz. Kanı sıcak, soğuk. Karada suda veya hem karada ve hem de suda yaşar. Memeli memesiz. Devranı dem aletleri olmayan, noksan olan, tekemmül etmiş olan vs gibi birçok suretler ile tasnif olunurlar.
Bu tasniflerden birisi de iskeleti dahilî olan (kemikleri derinlerinin içinde bulunan) iskeleti haricî olan (kemikleri dışarda bulunan) diye ikiye ayrılır.
İşte l
Bağa ölmüş bir hayvan kemiği olduğu için çok sofu olanlarca makbul tutulmazdı.
Bağa gibi şeffaf fakat kendine mahsus sarı renkli olan (gergedan) ve mat beyaz renkte olup kullanıldıkça sararan “nâl
Gergedan: Afrika’da yaşayan fil, hipopotam gibi gayet ağır cüsseli ve ağır cüsseli hayvanların en vahşisi olan “gergedan’ın burnunun üstündeki bir tek boynuzuna verilen isimdir.
Naka, deve kemiğinden ve tercihan deve dişinden yapılan tesbihin adıdır.
Sandal, hacı tesbihi denirdi. Kokusu çok ağır olduğu için makbul tutulmazdı.
Pelesenk, rengi güzel olmasına rağmen kokusu ağrcadır.
Demirhindi, ağacı sert ve ağrdır. Servi, zeytin, fıstık ağaçlarından ve gül ağacından yapılan tesbihler de makbûldu.
Şahmaksut, Buhara tarafından gelirdi, açık yeşil renkte şeffaf bir taştı.
Mercan, çok makbuldü.
Anber, bu da çok muteberdi. Fakat kullanması da bir hünerdi. Çünkü hararetten erirdi.
İnci tesbih olurmuş ben görmedim. Akik, necef, ağr ipliğ keser olmalarına rağmen gene makbûldü. Sedefin taklidi çıktıktan sonra kıymeti kalmadı.
Balada arzettiğm tesbihlerin kıymeti tanelerinin haddesi deliklerinin inceliği ve bilhassa delik ağzına inilirken hasıl olan hafif muhaddebiydin tesbih da-nesinin tulü ile olan tenasübü ve ne tarafından bakılırsa bakılsın -dizili bir tesbihte- katiyen tenasüp ve ahengin bozuk olmamasıdır.
tesbih imali öyle uzun boylu âlat ve edevata ihtiyaç göstermez, bir (el gerdanesi) -buna kemane diyenler de vardır- birkaç saman ve saatçi eğesi, zımpara kâğıt ve tozu, pek az miktarda zeytin yağı -cila için- gibi şeylerdir.
En ziyade lazım olan dikkat ve itinadır.
Mithat Cemal Kuntay’m Üç İstanbul adlı romanında, Osmanlı’nın son dönemlerinde, tesbih merakı olan Hidayet, gelen her misafire konağın antika eşyalarını tanıtmak” görevini üstlenen Süleyman’a, biraz da aşağılayan bir tavırla tesbih koleksiyonu hakkında bakın nasıl bilgi veriyor:
Hidayet, demin Süleyman’ın ne dediğini duymamış gibi sordu:
“Bir şey mi söyledinizdi Süleyman Beyefendi.”
Süleyman: “Bu tesbihin ağacını tanıyamadım da beyefendimizi’ ”
Hidayet: “Fethi Paşa ağacı! Allah Allah! Neden hayret ediyorsunuz? Daima böyle siyahlı, beyazlı olur Fethi Paşa ağacı!”
Süleyman gözlerini tavana kaldırdı: “Fethi Paşa?… Fethi Paşa…?”
Hidayet: “Sultan Mahmut’un damadı Fethi Paşa…”
Süleyman: “Adam isimli ağaç?… Anlayamadım. .. Beni af buyurun.. ”
Hidayet: “Bu Fethi Paşa Rodoslu değil miydi ya? Rodos’tan İstanbul’a bir ağaç getirtmiş; adı olmuş size Fethi Paşa ağacı… Beykoz dediğimiz sürahileri yapan fabrika yok mu? İşte onu açan zat… ” …. Süleyman artık memuriyetine başlamıştı: tesbihin birini bırakıp ötekini alıyor… Hidayet de gözleri havada anlatıyor:
“O tuttuğunuz tesbih kanlı gergedandır; gergedanı vururlar; ölmeden boynuzunu keserler; bunu ondan yaparlar efendim.”
“Bu, narçıl! Dilenci keşkülündendir. Dilenci keşkülünün içi süt gibi yumuşaktır; Dura dura katılaşır. .. İşte bunu o katı kısımdan yaparlar… Bu tesbihim Benli Ali Bey’in tesbihlerindendir efendim.”— Ve Süleyman her tesbihi havaya kaldırarak okşuyor, Hidayet de biteviye anlatıyordu.
“Onlar, ikisi de ödağacı… Koyu çizgilisi ‘Ma-vert’… Öteki ‘Düveydari’… İkisi de ‘Horoz Salih’in haddeden en iyi çektiği tesbihlerden efendim.
Ha! Bu, neydi bakayım? Neydi, neydi? Buldum: Şeyh Maksut!… Hintte çıkar, gayet katı bir taş… Bu tesbihim de Nuri Usta’nındır…
O, gül ağacı!.. Beşiktaşlı Sağır Rifat’ın tesbihlerinden efendim.
Onların ikisi de amber. Biri akamber, biri kara…” Habibullah’a dönerek “Eski vükelanın bu tesbihleri kullanmalarında gizli hikmet varmış; sağ elleri öpüldüğü için tesbihlerin güzel kokmasını isterlermiş. Bu, ne inceliktir efendim! Ellerini öpen adamların burunlarını düşünmek!.. Beni isterseniz tayip buyurun; bendeniz bunu bir nevi ‘hikmet-i hükümet’ sayarım.”
Habibullah Efendi cevap vermedi: Bir şey söyleseydi öfkesi sesinden anlaşılacaktı.
Süleyman yine tesbihleri göstermeye, Hidayet anlatmaya koyuldular.
Hidayet: “O tesbih, Kerbelâ toprağından.. Onu Bektaşiler kullanır.. ”
“Bu, kuka!.. Topkapılı Mahmut’un tesbihlerinden.” Habibullah’a dönerek “Malumdur ki efendim, Topkapılı Mahmut, tesbihçilik sanatını bugünkü hâline koyan adamdır. Sultan Mahmut bunu sarayına getirmiş, orada üç gün tesbih çektirmiş; fakat bu adam ‘sarayda sanatımı unuturum’ diye oturmamış, kaçmış… Gayet ince, gayet usta, gayet kıymetli adam.”
Orjinal Makale
http://www.ekremkececi.com/si/26/_19._yuzyilin_sonunda_tesbih.htm
Uncategorized içinde yayınlandı
1 Yorum